Sabır; değişen maddî ve manevî durumlar karşısında dengeyi bozmamak, itidali muhafaza etmek, ibtilalara tahammül göstermek, acılara katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, beşerî hisleri aklın ve dinin sınırları dâhilinde sabit tutmak manalarına gelir.

Sabır, güzel ahlakın ağırlık merkezi, imanın yarısı, ferah ve saadetin anahtarıdır. Cennet nimetlerine kavuşturan büyük bir fazilettir. Sabır, hoşa gitmeyen ve ıstırap veren hadiseler karşısında muvazeneyi bozmadan sükûnete bürünmek ve Hakk’a teslim olmaktır.

Sabrın dünyevî tarafı acı, ahiret tarafı çok parlaktır. Sabrın acılarını sineye çekenler, ebediyet devleti olan cennete ve Allah’ın rızasına kavuşurlar.

Sabrın makbul olanı, sabrı gerektiren acı hadiseyle ilk karşılaşıldığında gösterilenidir. Vaktinde gösterilmeyen sabrın, fazla bir mükâfat ve kıymeti yoktur.

Bütün ahlakî güzellikleri içine aldığı için sabrın dinimizdeki mevkii çok büyüktür. Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda 70’den fazla yerde ayetle, Efendimiz (s.a.v)’in mübarek beyanlarına baktığımızda defaatle üzerinde durulan ve ilgili eserlerde hakkında özel bölüm oluşturulacak yekûna sahip bir hadis mecmuuyla karşılaşırız.

Numune olsun için birer örnek vermemiz gerekirse şu ayet ve hadisi nazarlarınıza sunabiliriz:

“Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah ‘tan yardım isteyin!” (Bakara, 153)

“Sabır üçtür: Musibetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır.” (Süyuti, II, 42; Deylemi, II, 416)

Efendimiz (s.a.v) sadece sabra ilişkin tavsiye ve nasihatleriyle değil, sabır örnekleriyle dolu, adeta bir sabır abidesini andıran hayatı ve yaşantısıyla da bizlere rehber olmuştur. Allah Rasulü’nün hayatı, baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Efendimiz (s.a.v) çocukluğundan vefatına kadar, hep büyük acılarla karşılaşmış, her türlü sıkıntı ve ıstırabı tatmıştır. Hepimizin bildiği kadar özet bir siyer bilgisi üzerinden bile tarama yapacak olsak, hemen her karesi de sabır rengine boyanmış şu çarpıcı hayat tablosuyla karşılaşırız: O (s.a.v), daha dünyaya gelmeden babasını, altı yaşında annesini, sekiz yaşında dedesini, peygamberliğinin onuncu senesinde kendisini muhafaza eden amcası Ebu Talib’i, bundan üç gün sonra da davasındaki en büyük desteği sevgili hanımı Hz. Hatice’yi, Uhud’da Şehidlerin Efendisi Hz. Hamza’yı, yedi evladından altısı ile birçok torununu, kimisi küçük yaşta kimisi de yetişkinlik çağında olmak üzere bir bir Hakk’a uğurladı. Çok sevdiği ashabından birçoğunu kendi elleri ile kabre koydu. İşkencelere, hakaretlere, iftiralara, açlığa ve yokluğa maruz kaldı. Savaşlarda yaralandı, ateşli hastalıklara müptela oldu. Ancak bunların hiçbirisi O’nun metanetini ve muvazenesini bozmadı. O her halükarda sabır ve rıza haline örnek oldu.

Sabrı pasif bir katlanış hali ve ıstırap içinde acıya alışmaya çalışmak olarak anlamak, onu hiç anlamamak demektir. Sabır aktif bir direniştir, Allah ile güçlenen kulun, musibetlere bakıp musibetlerden büyük Rabbi olduğunu onlara karşı haykırması ve sabra konu her ne ise o mevzudaki problemlerin çözümü için çaba sarf etmesi, belki de ona bu direnme gücünü sağlayan iç enerji kaynağıdır. Allah Rasulü (s.a.v)’in ifadesiyle, “Sabır ziyadır.” (Müslim, Taharet,1). Işığını başka bir kaynağa borçlu olan ayın, nuru olurken, güneşin de ziyası olur. Yukarıdaki hadisi bu gerçekle paralel düşündüğümüzde, ortaya şu netice çıkmaktadır: Işık ve ısısı kendinden olan güneş gibi, sabır gücü de insanın gönlündeki imanın derinliklerinde mevcuttur, başka bir yerden takviyeye ihtiyaç duymayan ve bitip tükenmeyen bir direniş potansiyelidir. Hülasa sabrın parlak ziyası, sabreden kimsenin dünya ve ukbasını aydınlatır.

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir