Dinde önemli bir yer tutan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin farz olduğu hususunda âlimler arasında ihtilâf yoktur. Çünkü Kitap, Sünnet ve icmadan oluşan deliller, bu görevin farz olduğunu teyit eder. “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 104) ayeti bile, bu meselenin önemini anlatmak için tek başına kâfidir.

Ma’rufu emir ve münkerden nehiy vazifesini, emre veya sakındırmaya konu olan mevzu hakkında dinimizin ortaya koyduğu ölçüleri bilenler yapabilirler. Şu kadar var ki, emredilecek ma’ruf, herkesin bildiği dinî farzlar ve nehyedilecek münker de bütün müslümanlarca bilinen yasaklar cinsinden ise, bu konuda bütün müslümanlar müşterektir.

“Peki, bu vazifeyi yerine getirirken takip edilmesi gereken belli bir usul var mıdır, nelere dikkat edilmelidir?” denirse, cevabımız elbette bu kimselerin İslâm’ın tebliğ metodunu çok iyi bilmeleri gerekmektedir şeklinde olacaktır. Nezâket, iyi muamele, yumuşak davranış, merhametle yaklaşma gibi genel esaslar, böyle kimselerde bulunması gereken temel vasıflardır.

Toplumda bir kısım yasakları çiğnerken, diğer bir grubun fiilen o hatada onlara iştirak etmemesi, neticede halkı kaplayacak zulüm ve fesat belasına da iştirak etmeyecekleri anlamına gelmez. Nitekim bir hadis-i şerifte toplum bir gemiye benzetilmiş, haramlara dalanlar da gemiyi delip batmasına vesile olacak kimselere benzetilmişlerdir. Öyle ya, gemi batınca sadece gemiyi delme suçunu işleyen kişiler batmaz, bütün yolcular batar. O halde gemide bulunanların vazifesi, böyle bir faaliyete en baştan izin vermemektir.

Toplumda bir kısım insanların yaptıkları kötülüklere, işledikleri haramlara, uygunsuz davranışlara göz yumulur, engel olunmazsa, toplu yıkım kaçınılmaz olur. Müslümanların görevleri, sadece kendileri kötülük yapmamakla bitmez, aynı zamanda başkalarının kötülüklerine engel olmaları gerekir.

Şunun altını çizmemiz lazım ki, uzak çevremizdeyken nehyetmediğimiz kötülük, yakın çevremizi de esir alır, söndürmediğimiz yangın, bizim evimizi de sarar. Şu ilahî beyandaki dehşetli ihtara baksanıza: “Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının.” (Enfal, 25) Evet, bir mahallede yangın çıkınca tüm evler onu söndürmeye çalışmazsa, o yangın her eve tek tek ulaşır ateş. “Her koyun kendi bacağından asılır.” mantığıyla bacağından asılan koyunlara engel olunmazsa sokaklar kokudan geçilmez olur.

Elindeki şişede bulaşıcı mikrop taşıyan adama müdahale edilmediğinde hastalık nasıl herkese bulaşırsa, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diyen kimselerin ocakları ve dahi hane halkları da o yılanın zehrinden hiçbir zaman emniyette olamazlar.

İyiliği emretmeye kendi evimizden, ehlimizden başlamalıyız. Bir aile reisi, yuvasındaki çoluk çocuğunu kötülüklerden korumuyorsa, işlenen günahlara seyirci kalıyorsa vazifesini yapmamıştır, artık ümmet ölçeğinde ve makro planda bir iyiliği emir-kötülükten sakındırma vazifesinden söz etmesi gülünçtür, absürttür.

Konuyu noktalarken Efendimiz (s.a.v)’in iyiliği emir ve kötülükten sakındırma ameliyesini formüle eden şu mübarek beyanlarını okurlara armağan etmek istiyoruz: “Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir kötülük görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. (El ile düzeltme yetkisi devletin yetkisi içindedir. Yoksa herkes eliyle düzeltmeye kalkarsa kaos olur.) Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu kadarı da imanın en zayıf mertebesidir.”

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir