O verirse verir, kimseye düşmez sorgusu. İlim rızıktır, bütün insanlar ve dahi kurumlar size ilim vermek için birleşseler, sadece Allah’ın “verdiği” kadar verebilirler. Daha insan anne karnındayken, ilimden kaç gram nasibi olacağı kaydedilmiştir. Verme ve nasip gibi ifadeleri seçişim iradî. Zira bir şeye dikkat çekmek istiyorum: İsterseniz gecelerce uykusuz kalın, ilmin arkasından bütün dünyayı dolaşın, devasa kitapları mütalaa etmekle kalmayın hıfzınıza alın, yine de “ilmi tahsil ettim” diyemezsiniz. Neden mi? Çünkü “Allah, içinizden îman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır.” (Mücadele, 11) Yani Kur’an, ilmi ilahî bir atıyye ve hediye olarak ele alıyor. Buna göre tüm ilimlerin menşei olan Allah (c.c), ilmi katında mahfuz bir ölçüte uygun olanlara “vermekte”dir. Tam bu noktada okurun kafasına onlarca antitez argümanı akın etmiş olabilir: “İlim talep edilendir, öyle ki talep mesleği ve meşrebi onun her merhalesine sinmiştir. Dahası “men talebe ve cedde vecede” hakikatini nereye koyacaksınız, öyle ya, “kim ister ve çalışırsa aradığını bulur.” Tüm bunlar bir kenara, kendi tecrübî bilgilerim de bununla tenakuz arz ediyor. Zira pekâlâ üzerinde emek verdiğim bir metni ezberleyebiliyor, anlayıp idrak edebiliyor ve amacıma vasıl olabiliyorum. Şu halde ilmi sadece istemekle ‘ahzedemeyeceğim’ söylemi neye dayanmaktadır?”

Biz bu soruların yanıtlarına geçmeden evvel şu da bilinsin ki, “verilir” diye tahdit koyduğumuz ilim, diğer bazı okurların da düşündüğü gibi vehbî ilim tamlamasıyla literatürümüzde iştihar bulmuş, yüzü tamamen başka alemlere bakan bir tür de değildir. Esasen “ilim sahibi/âlim”in özelliklerini Kur’an’a sorduğumuzda, yine O’nun niçin ilmin verilen kısmına ısrarla atıf yaptığını anlamakta zorlanmayacağız: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” (Fatır, 28) Bizim anladığımız manada ilim öğrenen, ilim kesbini yıllarca hayatının ekseni sayan kimselerin haşyetlerinin de artan ilimle mebsûten mütenasip/doğru orantılı bir seyir izlememesi, burada bir problem olduğunu zaten aşikâr ediyor. Hayır, problemin kaynağından kastım, öğrenilen ilmin gayr-i İslamî olması da değil. Problem, kulun kendi iradesi ve cehdiyle alıp ahzettiği ilmin kabuğundan özüne yol bulamamış olması. İşte o kanalın açılması için, ne ezber yapmak, ne bu işin kitabını yazmak fayda verir. O kanalı açan, ilmin kabıyla muhtevası arasında emin köprüler kurup kulunu oradan emniyet içinde manaya taşıyan başkası değil, yalnız Allah’tır. Bu yüzden, ilmin fiilî duası ikidir: İlki esbap dairesinde çalışıp çabalamamızdır ki, ilmin kalıbı için gereklidir. İkincisi de öğrenilen ilmin elbisesini de kuşanmak, hilm, edep, tevazu, sabır gibi bilumum ilimle mütelazim değerleri gerçekten Allah bize ilmi verip de bunları bir parçamız kılana kadar zorla ve meşakkatle de olsa başımızın üstünde gezdirmek, bir çeşit tekellüf sürecinden geçmektir. Fakat ilgili sürecin ikmali için, yine de lisanî dua ve liyakat devreye girer ve Kur’an, her şeyi “çalışıp say etme” şeklinde özetlediğimiz birinci fiilî duadan ibaret sayarcasına yalnız meselenin bu buuduna ihtimam göstermekten sakındırarak, kaziyyeyi nihaî kararı verecek olana havale etmeyi emreder: “Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.” (Taha, 114)

Cesedin her uzvunu tamamlamak için say etmek talibin, tamamlanmış cesede ruh üflemek Halik’ın işidir. Zira ilim, okuma, dinleme, ezberleme gibi hepsi de belli kalıplar üzerinden işleyen sistemli bir uğraşın semeresidir. Özetle ilim talibininki, kelime ve cümleler üzerine bina edilen bir ümniyedir. Peki bu neyi ifade eder? O cümlelerin hepsi de, birer manaya işaret etsin diye vaz edilmiş sembollerdir. Zaten tam da bu yüzden aynı metinleri okumuş ve üstelik aynı başarı seviyesiyle okumuş iki insan, aynı haşyete sahip olamazlar. Tıpkı sadece gönderen ve alıcının bildiği şifreli sözcüklerin kullanıldığı mektubu ele geçiren üçüncü şahsın hiçbir şey anlamaması gibi. Demek oluyor ki ilahî mektup demeye gelen vahiy herkesin ıttılasına açık olduğu halde, anlamları elbette yalnız ehline ayandır. Şu halde “üçüncü kişi” olmamak ve o mektubun gerçek muhatabı kılınmak için, ulvî meânînin bizim gönül adresimize de postalanması için ciddi bir gerilim ve tekellüf sürecine girmeliyiz. Kelimelerin zımnındaki manaların, kelime tabağından kalbimize içirilmesi için, evvela kalbe onu hazmedecek bir donanım kazandırmalıyız. “Kazandırılması için talepkâr olmalıyız” dersek, zannediyoruz ne demek istediğimizin gözden kaçması ihtimalini bertaraf etme noktasında yerinde bir haşiye düşmüş oluruz.

İlmin ruhu, bazen ilmin bedeni olmadan da verilebilir. İş böyleyse, o zaman semere “vehbî ilim” kategorisinde mütalaa edilebilir. Bu durumu yaşayan bir âlim, esasen kendisine “verilen”den verilmemiş insanlara mevcut ilminden bir şey veremez. Zira onu nasıl vereceği hakkında bir fikri olması için, verirken kullanacağı semboller dizini demeye gelen kelime ve cümlelere aşina olması icab eder. Bu yüzden çoğu arif, muhataplarını konuşma yoluyla değil, ahz edilmesi gereken sembollerden müstağni bir lisan olan hal diliyle vermeyi tercih etmişlerdir. Zaten bu halin sahibi için arz ettiğimiz gerekçeye binaen başka türlüsü de mülahaza edilemez. Fakat öbür yanda manalardan bihaber de olsa sembollere hâkim bir ilim müktesibi, pekâlâ saatlerce ilmî bir mesele hakkında konuşabilir ve muhatabını aklî yöntemleri düzgün bir biçimde kullanabilir.

Peki biz hangisinin peşine düşmeliyiz? Ya da dinlediğimizde meramını gerekli sembolleri ustaca kullanarak güzelce tasvir eden herkesi “manaların yabancısı, ilim kabının taşıyıcısı” mı ilan etmeliyiz? Elbette hayır. Bir insan, hem kesbî meşrebi tutup ilme bu yoldan girerek sembollerle adeta yaka paça olup zorlu bir mücadeleden sonra onlara hâkim hale gelip, hem de ilgili imgelerin ifade ettiği meânîye muttali kılınabilir. İşte ilme kesb kapısından girmek niyetindeki ilim taliplerinin aradığı ilim adamı modeli budur. Tek cümlelik sonuç isteyenler için özetleyelim: İlmin “alıcısı” olarak öznelik iddiasına bulunmak yersizdir, onun karşısında “verilmeyi bekleyen” gerçek bir sail/talip/dilenci olmak ve elleri arasında “nesneleşmek” gerekmektedir.

 

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir