Bütün haklar, temelde Allah’ın lütf-u ilahi ile ihsan ettiği ve sahibi değil emanetçisi olduğumuz armağanlardır. Bir konuda hak iddia edebilmek için, öncelikle hak edecek çaba ve gayreti göstermiş, belli bir emek sarf etmiş olmak gerekmektedir. Hal böyleyken insan, ne varlığı, ne de varlığını sürdürdüğü imkânların bekası konusunda bir zahmet harcamış değildir. Zahmet çekme bir yana, var olmazdan evvel varlığına dair bir istem, bir rica ve bir proje dahi öne sürebilmiş değildir. Hiçbir katkıda bulunmadan geldiği dünyada, yokluktan kendisini çekip çıkaran Rabbi, bu hesapta olmayan nimet yetmez gibi ona bir de şahsî haklar bahşetmiş, emeksiz elde edilen varlığın hukuku, bizzat var eden tarafından belirlenmiştir.

İşte bunun için her hak değerli ve her hak sahibi izzetlidir. Haklara riayet etmemek, hakkı çiğnenen muhataptan çok, hakkı kuluna veren, o kulu, haklarının teminatçısı kendisi olduğu halde yaratmaya değer bulan Rabbe karşı işlenmiş bir cürümdür. Bir insanın nazargah-ı ilahî olan kalbini kırdığınızda, taksim-i ilahi olan malına göz diktiğinizde, hitab-ı ezeli’ye muhatap olan ve tenezzül-ü Rahmanî ile muhatap alınan şahsiyetine dil uzattığınızda; görünürde o kulun haklarını gasb etmiş de olsanız, aslında yaptığınız, o hakkı kuluna reva görene kafa tutmak, takdire razı olmamaktır. Düne kadar bir hakkı, hakkını savunacağı bir dili bile olmayan insan, bu gün başkalarının haklarına saldırırken, hiçbir hak iddia edemediği mazisini, lûtfen bu emanetlere bekçi kılındığını unutmuş gözükmektedir. Hakikatte hiç birimiz ödünç aldığımız haklarımızı hak ederek kazanmadığımız için, hatta bir hakka sahip olacak vücuda da meccanen kavuşturulduğumuz için, değil başkalarının hakları söz konusu olduğunda, kendi haklarımız gündeme geldiğinde ve ‘bu benim hakkım’ diyeceğimizde dahi, ilahi tanzim ve taksimi ölçü almak durumundayız.

Müslümanın en kıymetli varlığı, Rabbinin muhatap kabul ettiği mükellef ve teklife düçar ruhu olsa gerektir. Zira ukbamızın felahının kendisine bağlı bulunduğu imanımız, imanın varlığını ısbat edeceğimiz amellerimiz, hep ruhun cesette olmasına bağlı olarak gelişmektedir. O halde en büyük hak ihlali de, bu en kıymetli yanımıza yapılacak saldırı ve bu yanımızı zedeleyecek istilalardır. Buna paralel olarak diyebiliriz ki, tüm diğer hak çiğnemleri bir yana, müslümanın şahsiyetine yapılan tecavüz en şedid ve kaçınılası hukuksuzluk manasına gelmektedir.

En büyük haksızlık, savunmasıza yapılandır. Zira hak ihlali, müdafaa ölçüsünde önlenebilmektedir. Cüssesi yerinde bir kimsenin elindeki parasını çekip almak da, piri fani bir ihtiyarın emeklilik ikramiyesini çalmak da hakkı gasbtır. Lakin her izan sahibi bilir ki, ikincisi daha aşağılık ve çok daha çirkin bir haksızlıktır. Hatta biraz da olsa haysiyet kırıntısı taşıyan hırsız ahlaklı kimse, ihtimal ki hakkını savunma şansı bulunmayan böyle birinin malına göz dikmeyecektir.

Tüm bu açıklamalar, en hamiyetsiz hak ihlali olan gıybeti tarif içindi. Gıybet, insanın en onurlu yanını, en hazırlıksız olduğu bir zamanda taarruza geçip ayakaltına almak, en kıymetli mücevherini en ihtiyar ve en kuvvetsiz olduğu bir zamanda acımasızca aşırmak demektir. Mert bir hırsızın bile yapmaya tenezzül etmediği şeyi, kişiliksiz ve merhametsiz gıybetçi yapmaktadır.

Nasıl bir arsızlık ki, haklarını hesapsızca ona bahşeden mercinin koyduğu hukuku yok sayıp, emanetçisi olduğu dilini bir silah gibi kullanarak, eli-kolu bağlı hatta söyleyecek ağzı bile bağlı kardeşine doğrultan insan, bu alçak hareketinden dolayı kızaracak yüz bile taşımamaktadır.

Ölülerinin yalnızca iyi yönlerini söyleyen, onları hep iyilikle anan kimseler, o sırada konuşulduğu ortamda olmadığı için ölü hükmünde olan kardeşleri hakkında konuşmaktan teeddüb etmemektedirler. Kendini korumaya muktedir olamayan bebeği merhametle kucaklayan kimseler, en az o bebek kadar hakkını müdafaadan yoksun bulunan kardeşlerini acımasızca eleştirebilmektedirler.

“Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvabdır, Rahimdir” (Hucurat, 12)

Ayeti kerimeyi tefsir eden Bediuzzaman Said Nursî, genel itibarla söyleyecek olursak şu izahı yapmaktadır: Sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi seversiniz? Medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder? İnsaniyetinize ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamaya çalışıyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz? Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh (kerih, çirkin) bir işi yapıyorsunuz? (Bediuzzaman Said Nursî, Mektubat, 22.Mektup s.312)

Gıybet; kardeşine, kendinden olana, İslam vücudunun bir azasına, kardeşlik binasının bir tuğlasına kast etmek, nihai noktada zararı kendine dokunacağı halde merhametsizlikten de öte akılsızca bir girişimdir. Nitekim Hz. Peygamber, Mirac gecesi gördüğü, gıybet edenlerin halini bakır tırnaklarıyla kendi yüzlerini tırmalayan kimseler olarak tasvir eder. Buna göre yüzünü kanatan, parmağını koparan nasıl muhakeme gücünden uzaksa, kendi uzvu hükmündeki kardeşinin şahsiyetine el uzatan da aynı ölçüde idrakten beridir.

Gıybet etmekten uzak kalmayı istedikçe bunu arzulayan, gıybetin kendisinde bir ihtiyaç halini aldığı kimseler, ayetin teşbihi paralelinde, tiksindirici azığı özleyenlerdir. Âlimler, gıybetin, köpek tabiatlı kimselerin katığı olduğunu söylerken, tam da bu noktaya işaret etmektedirler. Gıybet sözünü diğerinin ağzından alırcasına ve bu tiksinç yemekten yeme hususunda birbirleriyle yarışırcasına kardeşinin öldürüldüğü sofraya iştahla oturanların misali, kokmuş bir kemik için kavga eden işte bu hayvanlardır.

Gayba iman etmesi en temel vasfı olan inananlar olarak, gıyaben kardeşimizin hakkını korumamışsak, hakkının çiğnenmesine göz yummuş yahut bilfiil bu haksızlığa alet olmuşsak, ne gaybî imanımızın gereğini yaptığımızdan ne de hakşinas bir kimse olduğumuzdan söz edilebilir.

Ayetin çizdiği menfur tablonun içinde olanlar, elleri kardeş ruhunu yaralamakla kana bulanmış, dilleri mazlum bir hedefe yönelmekle öldürücü bir ok halini almış, manevi mideleri ise uzun süre bu pis gıdayı hazmetmeye uğraşmaktan kramplara maruz kalmış bir halde kıvranmaktadırlar. Hele de bu zehirli katık, mana kanına karıştığında her amele sirayet edecek, kalbin hâkimiyeti altında olan vücut ülkesinin tüm şehirlerinden, yapılan her işten, söylenen her sözden kardeş hakkına mütecaviz oluşun bulanık kokuları tütecektir.

İnsanın malına, hatta canına kast etseniz de bir bedeli vardır. Oysa gıybet öyle bir suçtur ki, hiçbir kısas, hiçbir had, gasbedilen hakkın telafisi için yeterli gelmez. Tek çare, tiksinmeden ruhu kemirilmeye kalkılan kardeşin, bu hakkından vaz geçtiğini alenen söylemesidir. O helal etmedikçe, ne gözyaşı, ne tevbe-istiğfar ve ne de dünyevî cezalar, yenilen kardeş hakkı zehrinin panzehiri olamaz.

Mizan başında müflis olup, tüm gönderdiklerimizin bu dünyada acımasızca ruhunu hedefe oturttuğumuz kimselere pay edilmesini istemiyorsak, haklarımıza riayet beklemeden evvel, başkalarının haklarına riayeti öğrenmeliyiz.

Hakların tesbiti ilahi mahkemece yapıldığından, başka hiçbir kimse ve hiçbir mahkeme bu hakları değiştirme salahiyetine sahip değildir. Makro planda, eğitimsel-siyasal v.s haklarımızın elimizden alınmasının mümkün olmadığına inandığımız gibi, mikro planda da, bir müslümanın arkasından konuşulmamasının ona Rabbi tarafından verilen bir hak olduğuna ve bunun elinden alınmasının mümkün olmadığına inanmak mecburiyetindeyiz. Kimin arkasından konuşulup, kimin arkasından konuşulamayacağına karar verecek makam bizler değil, her kuluna adaletle haklarını dağıtan yüce Allah’tır.

Artık diğer haklarımızın başkaları tarafından elimizden alınmasını dahi haklı gösterecek kadar çirkinleşen ve kronikleşen bu hastalıktan kurtulmalı ve kardeşlerimizin haklarını savunmadıkça, ne gıyabımızda ve ne de şahitliğimizde haklarımıza riayet edilmeyeceğini unutmamalıyız.

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir