Kader ölçme, biçimlendirme, şekle koyma demektir. Ka-de-ra herkese payını verdi, kad-de-ra hükmetti, kaza etti, hükmünü geçerli kıldı anlamlarına gelir. Istılahi olarak kader, Allah’ın kazadan hükmedip takdir ettiği şeydir. Kader, meydana gelecek her şeyi Allah’ın önceden bilip takdir etmesi, kaza ise bu takdiri infaz etmesi demektir.
Ehl-i sünnetin tarif ettiği kader inancında, ne insanın iradesi, ne de Allah’ın ilmi inkar edilir. Sahih kader inancı da zaten böyledir. Fakat bu konuda ifrat ve tefrit diyebileceğimiz iki ayrı ümmet tavrı belirmiştir. Bunlardan biri insan iradesini nefyeden ve insana suda sürüklenen yaprak muamelesi yapan Cebriyye düşüncesidir. Diğeri ise insanı eylemlerinin yaratıcısı konumuna çıkaran ve kaderi yok sayan Kaderiyye inancıdır.
Hz. İmam Ebu Hanife, talebelerini kader hakkında konuşmaktan men eder, talebeleri kendisine, “İyi ama sen de konuşuyorsun ya imam?!” diye şaşkınlık izhar edince de şöyle cevap verirmiş: “Ben başımda kuş var gibi konuşuyorum. Adeta onu kaçıracağım diye endişe ediyorum.” Şu halde kahve köşelerinde kaderi konuşanlar, sanal ortamlarda kulaktan dolma bilgilerle ağızlarını doldura doldura kader hakkında atıp tutanlar, bir kere daha durup düşünmeli ve nice ayakların kaydığı, nicelerinin tepetaklak yuvarlandığı kaygan bir zeminde yürüdüklerinin farkına varmalıdırlar.
Kader, yalnızca insan için söz konusu değildir. Bilakis o, bütün malukâtın varlık sahnesine çıkmadan önceki programıdır. Kainata insana ve zerrelere, aralarındaki şaşırtıcı tenasüp ve denge açısından bakan inançsız bir bilim adamı, “Bu kainatı kuran belli bir matematiğe, hendeseye göre kurmuş, kainatın yaratıcısının olsa olsa bir mühendis olması gerekir.” demekten kendini alamamıştır. Doğrusu bu değildir. Elbette kainatın her karesi bir hendeseye ve ölçüye dayanır, ancak bu durum, ezelî ilme, kudrete ve iradeye, yani kadere bağlıdır.
Birimiz derme çatma yığma bir bina bile yaptırmak istese, evvela bilen biriyle istişare eder. Öyle ya, kolonlarının ne kadar beton taşıyabileceği hesaplanmadan yapılan bir binanın, içindekilerin başına çökmesi işten bile değildir. Demek alelade bir bina ve bir köprü bile, ciddi bir plan ve proje istemektedir. Bir de canlı ve cansız tüm varlıkların birbirinin ihtiyaç ve gereksinimlerini karşılayacak şekilde büyük bir koronun üyeleri gibi yerlerini aldığı ve hiç sorun çıkarmadığı şu koskoca kainatı düşünelim. Bu büyük kainatın insanla olan münasebetini düşünelim. Konuştuğumuz denge öylesine hassas ölçülere sahiptir, bu takdir ve kader öylesine şaşırtıcıdır ki, ağzınıza konan damak tadıyla bahçenizdeki elmanın tadı, o tatla içindeki mineral ve vitaminlerin sizin ihtiyacınıza cevap verecek şekilde harmanlanmış olması, sizin dışarı verdiğiniz havayı ağacın, onun dışarı verdiği havayı da sizin yutmanız aynı anda mümkün olmaktadır. Bunun gibi akıllara durgunluk veren milyonlarca girift ilişkiden söz etmek mümkün. Bu baş döndürücü ihtişam ve ihtişam içindeki ahenk gösteriyor ki, bu kainatı yaratmadan evvel Allah Teala levh-i mahfuzda yapacağı her şeyi takdir ve tesbit etmiş, bu işin adına da kader demiştir.
İnsan söz konusu olduğunda kader, güneşi döndürmesi, suyu akıtması ve ateşi yakıcı kılması gibi mecburî istikamette bir sevk merkezi değildir. Buna göre kader bir kısım insanların zannettikleri gibi günahlarımız için dayanak noktası, mücrimlerin işlerini havale edip faturayı kendisine keserek işin hesabını vermeden topuklayabilecekleri bir zemin ve mazeret mesnedi de değildir. Allah insanın kaderini takdir edip yazarken, onun iradesini ve iradesiyle yapacağı seçimleri yok saymamıştır. Kalıplaşmış ifadesiyle söylersek, “İlim maluma tabidir.” Yani Allah bildiğinden dolayı öyle olmaz, Allah öyle olacağını bildiğinden dolayı takdir edip yazar.
Bizler, geçmişimize dönüp baktığımızda kader perspektifinden meseleyi ele almalı, ziyade üzüntü ve keder duymamak için “Takdir böyleymiş.” deyip geçmeliyiz. Ancak mesele geleceğimizse, bu defa da irademize tanınan manevra alanını daima göz önünde bulundurmalı, tercihlerimizden mesul olduğumuzu unutmamalıyız. Aynen böyle de yaptığımız iyilikler mevzuunda, buna muvaffak eden Allah’ı işaret ederek meziyetlerimizi kadere vermeli, işlediğimiz günah ve kötülükler hakkında ise sadece nefsimizi suçlamalıyız.
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 79)
Yorum yok